KADININ AİLE VE TOPLUM İÇİNDEKİ KONUMU
Evlilik, çağlar boyu farklı anlam ve biçimlerde varlığını sürdürmüş bir olgudur. Tek bir aile türünden bahsetmek mümkün değildir. Kültürden kültüre değişmekle birlikte, ülkemizde kabul gören evlilik, bir erkek ve bir kadının aile bağı kurarak hayatı paylaşmasını ve aile kurmasını ifade etmektedir. Aile kurmaktaki amaç; hayatı paylaşmak olduğundan dolayı, aileyi oluşturan kadın ve erkeğin her anlamda eşit paylaşımlarda bulunabileceği bir aile yapısı, en ideal olanıdır. Ancak toplumumuzda kadın ve erkeğe doğduğu andan itibaren öğretilen toplumsal cinsiyet rolleri evlilik aşamasında ve sonrasında kurulan ailede kendini göstererek çoğu zaman bu eşitliği kadınlar aleyhine bozmaktadır. Ataerkil ailede yetişen ve özgürlükleri kısıtlanan kız çocukları ve kadınlar, özellikle eğitimden yoksun bırakıldıklarında, evliliği hayatlarını değiştirme fırsatı olarak yorumlamaktadırlar. Yaşadıkları ataerkil baskılardan başka bir çıkış yolu bilmediklerinden dolayı, evlilik vasıtasıyla kurtulacaklarını ummaktadırlar.
Dünya nüfusunun yarısını oluşturan kadınlar, tarihin her döneminde eşitsizliklere maruz kalmışlardır. Kadın hakları, yüzyıllar boyunca ihmal edilmiş, kadınlar hukuksal ve toplumsal yönden erkeklerden çok daha azına razı olmak zorunda bırakılmıştır. Peki, bu eşitsizlik nasıl başlamıştır ve kaynağını nelerden almaktadır? Yazılı tarihin izlerini sürebildiğimiz en eski kaynaklardan günümüze kadar dünyanın, hep erkeklerin tekelinde olduğunu, kadınların doğal olarak sahip olması gereken haklara hiçbir zaman tam olarak ulaşamadığını görmekteyiz. Anaerkil ailenin, zincirin başlangıcı olduğunu ve halen yaşayan anaerkil toplumların olduğunu kabul eden Coler , bu topluluklarda evliliğin anlamının, yalnızca erkeğin kadının evinde onunla beraber uyuması ve kadınla işbirliği kurması olduğundan bahsetmektedir. Anaerkil bu topluluklarda, ataerkil topluluklardakinin aksine erkekler, yaşanılan hanenin veya ekilen toprağın sahibi değildirler. Günümüzde, halen Endonezya’da yaşayan Müslüman bir topluluk olan Minangkabaular, anaerkil toplum vasıflarını İslamiyet’e rağmen devam ettirmektedirler . Soy bağı anneden geçmektedir ve mirasa sahip olanlar da kadınlardır. Ancak bu tarz topluluklar geçmişte olduğu gibi şimdi de birer istisnadır. Yaygın ve baskın olan aile türü tüm zamanlarda ataerkil, yani soyun babadan geçtiği, erkek egemen ailedir.
Kadın Hareketinin ve Aile içinde Kadının Konumunun Tarihsel Seyri
Tarihsel olarak ailenin tanımı ve amacı değişmektedir. En eski çağlarda, hayatta
kalmanın yegâne hedef olduğu avcı toplayıcılar için aile birlikte yaşayarak hayatta
kalmayı sağlayan güvenlik işlevine sahipti; tarımın keşfi ve yerleşik yaşama
geçildikten sonra ise aile, toprakları yönetmek için kullanılan bir emek ve servet gücü
haline gelmiştir . Kadının özel alandaki
konumu, kadın hareketiyle birlikte gündeme gelen bir konudur. Bu nedenle, aile içinde kadının konumuna değinmeden önce, kadın hareketinin temel kazanımlarına
bakmakta fayda vardır. 18. yüzyılın sonlarında başlayan ve birinci dalga olarak bahsedilen
dalgadan çok önce de kadın haklarıyla ilgili toplumsal hareketlenmeler mevcuttur.
Yine de kronolojik olarak hak kazanımlarından bahsetmekte yarar vardır. Bu hak
kazanımlarını bilmek, aile içinde kadının konumunun tarih boyunca nasıl değiştiğini
görebilmek açısından önemlidir. Daha önce de bahsedildiği gibi, tarihin her
döneminde kadın hakları konusu örtük de olsa gündemdeydi. Ancak bunların ses
getirmesi erken dönemde 15., 16. ve 17. yüzyıllarda mümkün olmuştur, akabinde ise
bastırılmıştır.
18. yüzyılın ortalarında başlayan ve hız kazanan tarihsel dönüşüm süreci içerisinde
Sanayi Devrimi’nin etkisiyle evin dışında çalışmaya başlayan kadınlar, kamusal
alanda daha çok görünür olmaya başlamıştır. Daha öncesinde özel alana sıkışıp
kalan kadınlar, Sanayi Devrimi’yle birlikte değişen ekonomik dengelerden kaynaklı
olarak iş hayatına katılmaya başlamıştır. Bu gelişme, bir yandan kadının ucuz iş gücü
olarak görülüp bir kat daha fazla sömürülmesine neden olurken diğer yandan, kadının
kamusal alanda kendini göstermesini sağlamış ve az da olsa ekonomik hayata
katılımıyla söz hakkı elde etmede güçlenmesiyle sonuçlanmıştır İkinci
dalga feminizm; aydınlanmacı liberal feminizm olan birinci dalga hareketinden
toplumsal cinsiyete bakış açısı, çözüm önerileri ve eylemleriyle farklılık
göstermektedir. Birinci dalgayla birlikte her ne kadar kadınlar kanun önünde erkeklerle
eşit haklar elde etmeye başlamışlarsa da ataerkil toplumun öğretileriyle şekillenen
toplumlarda, günlük pratiklerde eşitsizlikler devam etmiştir. İkinci dalga, biyolojik
cinsiyetten kaynaklanan eşitsizliklerden çok, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerine
odaklanmıştır, dönemin önde gelen kadınlarından Simone de Beauvoir’ın “kadın olunmaz, kadın
doğulur” sözü ikinci dalgayı özetleyen ilke söz olmuştur . Üçüncü dalganın belirleyici özelliği tüm kadınların eziliş
biçimlerinin aynı olmadığını vurgulamasıdır. İkinci dalganın aksine, üçüncü dalga
feminizm tek tip evrensel kadınlık algısını sorgulayarak, başka kadınlıklar üzerine
odaklanmıştır. Üçüncü dalganın ürettiği politikalar daha çok her kadın için bireysel
müdahaleleri ve evrensel olarak insan özgürleşmesini kapsamaktadır. Kadın hareketinde tüm bu paradigma
değişimleri yaşanırken ataerkil ailede kadınların konumu da değişmiştir. Sanayi
sonrası, kent soylu çekirdek ailede kadından beklenenler bir önceki dönemlere
nazaran artmakla birlikte kadınlar ekonomik hayata katılmakla birlikte görünür olmuş,
sadece seçkin beyaz kadınlar değil; her statüden kadın sosyal hayatın içinde yer
almaya başlamıştır.
Feminist Yaklaşım Temelinde Aile ve Evlilik içinde Kadın
Aileyi feminizm kadar eleştiren başka bir disiplin yoktur. Feminizm aileyi, kadının
hapsedilmek istendiği özel alan olarak görmekte ve aileyi dönüştürmek suretiyle
kadınları özgürleştirmeye çalışmaktadır. Bu bölümde feminizmin aile ve evlilik
kurumlarına bakış açısından bahsedilecektir. Gözden geçirmenin ana referanslarını
Batı alanyazını oluşturmaktadır.
Connell (1987)’e göre aile toplumun yapı taşıdır, ancak aynı zamanda toplumun en
karmaşık yapılarından biridir ve aile içindeki öğelerden hiçbiri basit değildir. Aileyi
açıklamaya çalışırken yapılacak tüm genellemeler geçersiz kalmaktadır. Çünkü her
ailenin dinamikleri, yapısı ve kurgusu başkadır. Sürekli değişen, kültürden kültüre,
kuşaktan kuşağa farklılık gösteren ailenin tek bir evrensel tanımından bahsetmek
mümkün değildir . Davidoff , birbirinden farklı aile tipleri
olsa da tüm ailelerin ortak özelliklerinin insanların, birey olarak yalnız kalmalarını
engellemek üzere kendilerine çizdikleri sınırlar olduğunu söyler.
Aile; kadın, erkek ve çocukları içeren basit bir yapı olmaktan çok uzaktır. Aile,
içerisinde ortak yaşam, cinsellik, üreme, ekonomik ilişkiler, annelik, babalık, toplumsal
cinsiyet rolleri, farklı cins ve kuşaklar arasındaki iktidar ve güç ilişkileri gibi konuları
içeren karmaşık bir yapıdır . Kuşkusuz ki yaş ve cinsiyet toplumsal işaretler olarak bütün kurumlarda mevcuttur. Ancak aile bunları eşine az rastlanır bir
ölçüde içerir, oluşturur ve gerçekleştirir .
Türk Modernleşmesinde Ailede Kadının Konumu
Dünyada kadınlar ve aile içindeki konumları 1900’lü yıllarla birlikte bahsedildiği
şekilde yol alırken, Türk modernleşmesinde de ailenin ve dolayısıyla kadının konumu
cumhuriyetten sonra yeniden şekillendirilmeye başlanmıştır. Modernlik, en genel
tanımıyla, insanlar tarafından düzenlenebilir bir toplum hayal etmektir.
Cumhuriyet sonrası modernleşme sürecinde aile, toplumu düzenlemek için kullanılan
en önemli kurumlardan biri olmuştur. Modern zihniyet aileyi, ekonomik ve siyasal hayatın dışında özel bir alan olarak kabul etmiştir. Aile alanı dişiliği, toplumsal alan ise
erki temsil edecek şekilde kurgulanan modern aile yapısı şekillendirilmiştir.
1907 tarihli İsviçre Medeni Kanununu temel alınarak hazırlanan ve 1926’da yürürlüğe
giren Türk Medeni Kanunu, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik birçok
hüküm içermesine rağmen, hazırlandığı döneminin ataerkil aile anlayışı çerçevesinde
evlilik birliği içinde kocaya üstünlük tanıyan hükümlere de yer vermiştir. Bu hükümlere,
kadının ikametgâhının eşinin oturduğu yer olduğunu (21. Madde) ve erkeğin ailenin
reisi olduğunu (152. Madde) açıkça belirtmesi örnek verilebilir. Bu kanun daha önceki
aile düzenini yansıtmaktan öteye gidememiştir. Ancak günümüzde aile, 20. yüzyılın
başlarındaki aile ile aynı değildir. Özellikle 1950’lerden itibaren kırdan kente göçle
birlikte geleneksel ataerkil aile yerini kadının da ekonomik ve sosyal hayata aktif
olarak katıldığı modern çekirdek aileye bırakmıştır. Sanayileşme sürecindeki bu
geçişte kadından beklentiler çelişkili hale gelmiştir: Kadınlardan bir yandan erkeğin
kazancı tek başına aileyi geçindirmeye yetmeyeceğinden çalışması, bir yandan da
aile içi geleneksel rollerini sürdürmesi beklenmiştir. Dolayısıyla kadınların yükü
artmıştır. Bu bağlamda değişen sosyal koşullar ve artan mağduriyetler yeni bir kanuna
ihtiyaç olduğunu ortaya çıkarmış, 1 Ocak 2002 tarihinde 4721 sayılı yeni Türk Medeni
Kanunu yürürlüğe girerek eşit haklara dayalı bir model benimsenmiştir (Baygın,
2016).
Türk Dil Kurumu’na göre aile, “evlilik ve kan bağına dayanan, karı, koca, çocuklar,
kardeşler arasındaki ilişkilerin oluşturduğu en küçük birlik” olarak tanımlanmıştır (Aile,
t. y.) Geleneksel aile sistemi, tanımdan da anlaşılacağı gibi, erkekler, kadınlar ve
çocuklardan oluşur. Bununla birlikte erkekler meslekleriyle, kadınlarsa
mesleklerinden önce evlilik ve annelik karşısındaki konumlarıyla tanımlanır (Aydın
Şafak, 2014). Ülkemizde 3 Haziran 2011 tarih ve 633 sayılı KHK ile Kadın ve Aileden
Sorumlu Devlet Bakanlığı feshedilerek, bu bakanlığın yerine Aile ve Sosyal Politikalar
Bakanlığı’nın kurulması da kadının bir birey olarak değil; aile içinde değerlendirilecek
ve varlığı kabul edilecek biri olarak görüldüğünün bir işaretidir .
Feminist düşünce ise; ailenin ataerki tarafından kabul gören bu işlevlerine itiraz eder.
Toplumsal ve ekonomik değişikliklere rağmen aile kurumu birey ve toplum için hala
önemini korumaktadır. Ailenin en önemli işlevleri kuşkusuz ki, üretim, bakım ve
dayanışmadır. Aile hem fiziksel olarak hem de kültürel olarak üretimi sağlamaktadır.
SONUÇ OLARAK
Geleneksel toplumlarda kadının bir birey olarak var olabilmesinin yegâne yolu
evliliktir. Kadınlar reşit olsalar dahi, ‘baba evi’ denen ve aslında adı üstünde yine bir
erkeğe ait olan kök ailelerinin yanındayken yetişkin oldukları kabul edilmez. Toplumun
ve ailelerin nazarında kadının meşruiyet kazanabilmesi; yanında bir erkeğin ‘koca’
olmasına bağlıdır. Kadınların ateşe koşan pervaneler misali evliliği arzulamaları bu
nedenledir. Peki ya erkekler neden evlenmektedir? Erkekler için ataerkil ailenin
faydaları saymakla tükenmezdir. Gerektiğinde cinsel partner, gerektiğinde soylarını
sürdürecek anne, gerektiğinde evin hizmetkârı, çoğunlukla kendi bakımlarından dahi
sorumlu olacak bir köleyi kim istemez ki? Ancak bu kölenin isyan etmemesi, işine ve
eşine sadık olması ataerkil sistemin ayakta durabilmesi için şarttır. Bu sadakati
sağlayabilmek için ataerkil sistem kendini gün be gün yeniden üretmekte, kadınların
öğrenmesine ve düşünmesine mâni olmak için tüm silahlarını kullanmaktadır. Bu
silahlardan en güçlüsü kadının kendi gücünü fark etmemesini sağlamak, kazara fark
ettiyse de hemen unutturarak onu sisteme yeniden dâhil etmektir.
Evlilik ve aile yapısı dışında kendini var edemeyen kadınlar, kendi hayatlarıyla ilgili
karar almaktan yoksundurlar. Özgürlükten mahrum olan; ancak bunun farkında bile
olmayan dimağlarda hayatlarının kararlarının başkaları tarafından veriliyor oluşunu
izlemek; ne yazık ki bir anlam ifade etmemektedir. Ataerkil değerler kadınların içine
öyle işlemiştir ki, balığın sudan çıkmadan suyun varlığından bihaber olması misali
sorgulamak veya meydan okumak akıllarına dahi gelmez. Günün birinde düzene kafa
tutma gereği hissettiklerinde ise; yine sistemden öğrendikleri yöntemleri seçmekten
başka çareleri yoktur.
Peki, kadınların bu yazgısı nasıl değişir? Kadınlar düşünmeyi ve sorgulamayı
öğrendikleri, kısacası özgürleştikleri zaman elbette bu düzene ‘dur’ diyeceklerdir.
Peki, bunu nasıl öğrenecekler? Meydan okuyan kadınları kimler, nerede yetiştirip
donatacak? Bunun için, yine aileye ihtiyacımız vardır. Aileyi sabırla aydınlatmaya
ihtiyacımız vardır. Kadınların ve toplumun şekillendiği farklı aile biçimlerinin
aydınlatılmasına, eşitlikçi aile modellerini ilmek ilmek işleyerek gelecek nesillere
aktarılmasına bütün dünyanın ihtiyacı vardır. Bunun içinse en büyük engelimiz, güçlü
ataerkil değerlerin bizi yeniden en başa sürüklemesidir. Kadınların neden ve ne bekleyerek evliliğe bir umutçasına sarılarak ailelerinden uzaklaştığını sorgulamak,
rotamızı belirlemek açısından bize ışık tutacak bir fener özelliği taşıyabilir.
Aileden kaçarak aile kurmak, ataerkinin elini güçlendirmekten fazlası değildir.
Kadınlar ancak kendi değerlerinin farkına vardığında, eşitlikçi bir toplum yaratmak
mümkün olacaktır. Feminist sosyal hizmet yaklaşımı kapsamında kadını
güçlendirmek adına yapılacak çalışmalar, doğrudan kadının özgürleşmesinde, dolaylı
olarak da eşitlikçi aile yapılarının gelişmesinde önemli ilerlemeler sağlayacaktır.
Yorumlar
Yorum Gönder